ANTALYA: Some Accounts, Notices, References and Reports of the City of Antalya, and its History Published in English during the 19th Century, Together with Some Earlier References to the City, its Name and its History Published in English from the 16th to the 19th c.
Preface
I first came to Antalya more than 30 years ago, aged 29 in the summer of 1987, stepping off the intercity bus by the clock tower in the city centre, it was then the terminal stop above the harbour, and I walked through the city in December 1988 and January and then stayed for a month in February 1989, and did some drawings in kaleiçi, waiting for the snow to melt on the plateau, a lengthy stop on my way walking in 1988-1989 from Pella, Alexander III., the Great of Macedon’s birthplace and capital, today in Northern Greece, to Memphis outside of Cairo, approximating to the route taken by Alexander the Great in 334-333 B.C. I came back to the port-city of Antalya in 1990 and have spent most of the last 28 years in Antalya, painting, drawing, reading and writing, the last five as a lecturer at the Mediterranean Civilisations Reasearch Institute (MCRI) at Akdeniz University, Antalya.
I have found over time that the city of Antalya, its history and its historical remains and its craftsmen with their skills, quite simply fascinating. It is the case that the degree of change the city’s population has experienced over the past 30 years, was an experience spread over a couple of centuries in western Europe and, given the timespan in which this change has occurred, been a revolutionary and at times a disorientating process, but one can still read, piece together, re-imagine and remember.
Much, in terms of the built infrastructure, the Ottoman and early Republican buildings that were visible more than two decades ago has been lost, pulled down for high-rise and other developments, and often the texture given to the fabric of the remaining examples by time has been lost, through so-called restorations. The exteriors of mosques and hamams and houses have been stripped of the coats of plaster and paint they wore since they were first built, they stand today naked in their bare facades of re-used stones. In the market by the clock tower and nearby, just beyond the city walls, there were saddle-makers, eiderdown-like quilt makers (minderci), makers of yellow half boots (yemenici) and of peasant shoes (çarik), there were horseshoe makers and tinsmiths-platers, but the traditional craftsmen have largely been lost from life in the city centre, swept away in the course of rapid modernisation and rises in the rent on workplaces, the changes brought about by so-called development, external rather than internal.
Time was when shop owners would pull up a stool, wooden four legged, hand made, seat covered in straw, to talk and drink a tea sitting on the empty street, İşiklar Cad. The line of fayton stood outside the Park Otel in the evening. The main street carried the scent of citrus blossom by day and jasmine in the evening, streets which are today swarming with people as the city has grown enormously in its varied immigrant populations and numbers of transitory tourists and holiday makers over the last three decades. In 1990 horses and carts and motorised three wheeler carts brought much of the produce to the street markets of the city, together with painted trucks loaded with watermelons. The horses were tied to the railings around the stadium for the weekly market. Crates and sacks of fruit and vegetables, harvested from the market gardens around the city and brought by their growers to be sold, were unloaded and displayed, amidst flowers and fish and fungi and cheeses in goatskins of black and shiny hair. There were still looms on balconies off İşiklar Cad. where carpets were woven...
But there are the mountains, the bay and the wide horizon of the sea, remaining much the same as that seen by the inhabitants and travellers to the city in antiquity, in the middle ages, as likewise a century ago…A stupendous view, as the fleeting shadows from the clouds re-fashioned in the sunlight, the mountains across the bay and westwards to Kemer. The fishing boats undulating on the swell in the harbour, the cats along the foreshore and the smell from the wood shaving and paint from boat repairs and the grids of shadows from the fishing nets, and ropes and cables, mixing with the shadows of the spreading banana leaves and the white and pink Datura flowers, dancers on the breeze…
This book is about more than simply the collection of more than 400 years of recorded memories and mentions of this city in print, in publications in English dating from the 15th century and William Caxton’s 1476 printing of Geoffrey Chaucer’s Canterbury Tales which mentions the city’s name, down to the end of the 19th century. It is both a collection of texts, and an opportunity to reflect on the city as it was understood in the English speaking world, as the city of Antalya has had an impact over the centuries on the thoughts of people in distant places, due to historical events in which it played a part, an acknowledged importance far greater than one might expect from a city of its former size and populations.
Önsöz
Antalya’ya ilk defa bundan 30 yıl önce 29 yaşındayken, 1987 yılı yazında geldim. O zamanlar limanın yukarısında bir otobüs durağı olan yerde, şehir merkezindeki saat kulesinin yanında şehirlerarası otobüsten inip kente adım attım. 1988 yılı Aralık ayında ve ardından Ocak ayında kenti gezdim ve 1989 Şubatında burada bir ay daha kalarak, platonun karlarının erimesini beklerken Kaleiçinde çizimler yaptım. Bu bekleyiş 1988-1989 yıllarında Makedonyalı Büyük İskender’in (III. Aleksandros) doğum yeri olan bugün Kuzey Yunanistan’da yer alan Pella’dan yola çıkarak aşağı yukarı Büyük İskender’in İ.Ö. 334-333 yıllarında kat ettiği yolu yürüyerek Kahire dışında bulunan Memfis’e yaptığım yolculuk esnasında verdiğim uzun bir molaydı. Daha sonra 1990 yılında Antalya limanına/kentine geri döndüm ve 28 yılımı resim ve çizim yaparak; okuyup yazarak son beş yılını da Akdeniz Üniversitesi bünyesinde yer alan Akdeniz Uygarlıkları Araştırma Enstitüsünde (MCRI) öğretim görevlisi olarak, Antalya’da geçirdim. Bu süre içinde Antaya’nın tarihi, kalıntıları, yetenekli zanaatkârları ile tek kelimeyle büyüleyici olduğunu gördüm.
Son 30 yıldır kent nüfusunun tecrübe ettiği değişimin boyutu Batı Avrupa’da birkaç yüzyıldır yaşanan türdendir ve gerçekleştiği süre göz önüne alındığında bu değişim devrimsel niteliktedir. Bu şirazesi bozuk sürece rağmen insan hala okuyup, parçaları bir araya getirip eskiyi tekrar hayal edebilir ve hatırlayabilir.
Yapılı çevre açısından bakıldığında yirmi yıl öncesinde görülebilir vaziyette olan Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Dönemi yapılarının çoğu kayboldu, kentin geliştirilmesi adına yıkıldı. Genellikle kalan örneklerin dokuya has nitelikleri restorasyon adı altında yok oldu. Camilerin, hamamların, evlerin dış cephelerinde bulunan sıva ve boya soyuldu. Bu yapılar bugün devşirme taşların kullanıldığı çıplak cepheleri ile ayakta durmakta. Saat kulesinin yanındaki çarşıda, sur duvarlarının hemen ilerisinde eyer ustaları, minderciler, yemenciler ve çarık yapan ustalar, nalbantlar ve kalaycılar vardı. Ancak bu geleneksel zanaatkârlık uğraşları kent merkezinden büyük oranda silindi ve hızlı modernleşme sürecinde dükkan kiralarındaki artış ve dâhilîden ziyade harici olarak meydana gelen “gelişme” adı altındaki değişiklikler ile yok olup gitti.
O zamanlar dükkân sahipleri dört ayaklı, oturağı samanla örülü, el yapımı, tahta bir sandalye üzerinde boş Işıklar Caddesinde oturup çay içer; laflarlardı. Akşamları Park Otelin önünde faytonar sıralanıp beklerdi. Son 30 yıldır kentin büyük ölçüde büyümesi dolayısıyla bugün çeşitli göçmen gruplarından insanın ve sayısız turist ile tatilcinin doluştuğu ana caddede gündüzleri turunç ağaçları ve yasemin kokusu yayılırdı. 1990 yılında atlar, at arabaları ve üçtekerli motorlar ürünlerin çoğunu kentteki her hafta kurulan pazarlara getirirlerdi; boyalı kamyonlar karpuz taşırlardı arkalarında. Bu ürünleri getiren atlar, stadyumun etrafını çevreleyen korkuluklara bağlanırdı. Kasalar ve çuvallar dolusu meyve ve sebze kent civarında yer alan bostanlardan toplanıp yetiştiricileri tarafından satılmak üzere pazarda sergilenirdi. Çiçekler vardı pazarda ve balıklar, mantarlar, siyah parlak tüylü keçi postlarının içinde peynirler… Halıların hala dokunduğu Işıklar caddesindeki balkonlarda yün çileleri asılı olurdu.
Bununa birlikte, buranın sakinleri ve kente gelen gezginler için dağlar, körfez ve denizin geniş ufku antikçağda ve ortaçağda tıpkı yüzyıl önce olduğu gibiydi.... Bulutların güneş ışınlarını şekillendiren anlık gölgeleri ve körfez boyunca Kemer’e batıya doğru uzanan dağlar ile harikulade bir manzara… Limandaki dalgacıklar üzerinde salınan balıkçı tekneleri, kıyı boyunca gezinen kediler, odun yongalarından yayılan koku, tekne bakımından yayılan boya kokusu, ağların, halatların, tellerin gölgesine karşan muz yaprakları ile meltemde dansçılar misali salınan beyaz pembe boru çiçeklerinin gölgelerinin oluşturduğu desenler …
Bu kitap 400 yıldan uzun bir süre boyunca, 15. yüzyılda kentin adını ilk kez zikredildiği Goeffrey Chaucery’nin Canterbury Hikâyeleri’nin 1476William Caxton baskısından itibaren 19. yüzyılın sonuna kadar, İngilizce yazılmış bu kente ilişkin anı ve anlatımların bir derlemesinden ibaret değildir. Aynı zamanda bu metinlerin bir derlemesi ve İngilizce konuşulan dünyada kentin nasıl algılandığının anlaşılmasına dair bir fırsattır. Nitekim Antalya, içerisinde yer aldığı tarihi olaylar dolayısıyla yüzyıllar boyunca uzak bölgelerdeki insanların düşüncelerinde eski boyutuna ve nüfusuna bakıldığında tahmin edilebileceğinden çok daha önemli bir etki bırakmıştır.
Son güncelleme : 7.11.2024 14:58:25